Çok sesli, çok kültürlü ve çok renkli bir dünyada yaşıyoruz aslında. İnsanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen ihtirasları olmasa bu güzelliği, bir sanat-ı şahane gibi seyredip tadını çıkaracağız ama kan ve gözyaşından buna fırsat bulamıyoruz maalesef. Halbuki artık dünya küçücük bir köy. İletişim teknolojisi o kadar gelişti ki, hızına yetişebilene aşk olsun. Toplumun yapısında devamlı bir değişme söz konusu, bu sebeple bu değişim isteği ister istemez iletişime yansıyor ve toplumun arz-talep ilişkisi bu baş döndürücü gelişmeyi adeta tetikliyor. Kötü mü oluyor, hayır. Aslında biz Müslümanların işini o kadar kolaylaştırıyor ki, dünyayı avucumuzun içine hatta parmaklarımızın ucuna veriyor iletişim teknolojisi. Bütün bu güzel gelişim maalesef maddi boyutta gerçekleşiyor, maddi boyuttaki gelişimle ters orantılı olarak insan gittikçe yalnızlaşıyor, bencilleşip egolarının kölesi haline dönen garip bir yaratığa dönüşüveriyor. Eskiden Siyonist Yahudiler için kullanılan “Yahudiler mi dediniz onlar yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen canavarlardır” önermesi artık küresel dünyanın egoist müntesibi insanın tarifi oluverdi.
Son vahiy Kur’an bu durumun yeni olmadığını insanın öteden beri bir Hak-Batıl mücadelesi içerisinde olduğunu bize hatırlatır ve bizden hakkın yanında saf tutmamızı ister. Yaşamın gayesini de bu çağrıya paralel olarak “ Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi (hayatı) yaratan O'dur. O, güçlüdür, bağışlayandır.” (Mülk, 2) açıklar. Hatta ilk insanın yaratılış sahnesini Kur’an; “Rabbin meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim' demişti; melekler, 'Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz' dediler; Allah 'Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi.” (Bakara, 30) şeklinde özetler. Buradan anlıyoruz ki daha insan yaratılmadan onunla ilgili endişe dile getirilmiş ve insandan kaotik değil muslih olarak davranması istenmiştir. Ayrıca burada Rabbimizin çağrısına kulak vermemenin bedelinin bozgunculuk ve kan dökmek gibi bir vahşet olduğu vurgulanmış, daha insan ortaya çıkmadan yapabileceği iki meleke hatırlatılmıştır, birisi ya rabbin isteğine uygun davranmak ya da bozguncu ve kan dökücü bir habis haline dönüşmek. Maalesef İnsanların çoğunluğu ikinci durumu tercih etmiş, güzelim dünyayı mahvetmişlerdir.
Yukarıda da zikredildiği gibi insanın yeryüzündeki varlık amacı “hanginizin daha iyi iş işlediğini belirlemek için” şeklinde formulüze edilmiş ve insanın devamlı bir mücadele içinde ömür geçireceği böylece kendisine hatırlatılmıştır. İnsanın iki yakası bir araya gelmeyecektir, şayet böyle olsa onun dünyadaki varlık amacı tükenmiş olur ki bu ilahi iradeye aykırı bir durumdur. İlahi irade insana bunun için; “Orada nereye baksan bir nimet ve pek büyük bir mülk görürsün.” (İNSAN/20), “Onların etrafında yiyecek ve içecekler altın tepsiler ve kadehlerle dolaştırılır. Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır. Siz orada ebedi olarak kalacaksınız.” (ZUHRUF/71) buyurarak cenneti vaad eder, ve bununla rahatlığın ancak ahiret hayatıyla mümkün olduğunu belirtir. Bu sebeple Rabbimiz inananlardan ahireti tercih etmelerini ister. “Ve ahiret (bundan sonraki hayat), mutlaka senin için, evvelkinden (dünya hayatından) daha hayırlıdır.” (Duha, 4) Aksi bir tercihi ise Rabbimiz kınamaktadır. “Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler, Allah'ın yolundan alıkoyup onun eğriliğini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim, 3) Hatta Rabbimiz çok veciz bir anlatımla iman edenlerden “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 111) buyurarak dünyalarını kendisine ahiret karşılığı satmalarını istemiş ve böyle yapanları överek iman edenleri buna teşvik etmektedir.
İşte hayat böyle gel-gitlerin arasında yaşanacaktır. Bütün bu savrulmalar karşısında insanın bir düşmanı vardır ki Rabbimiz ısrarla bu düşmanın Şeytan olduğunu ve niyetinin de “Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” (Araf, 17) insanı doğru yoldan saptırmak olduğunu bize bildirmektedir. Fakat buna rağmen insan, “Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi?” (Yasin, 60) Şeytana tabi olmaktan beri duramamıştır. Halbuki Rabbimiz “ Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi?” (Yasin, 61) buyurarak İnsanlığı kendisine kulluğa davet etmiştir. Yine Yasin Suresinde Rabbimiz “Sen ancak Zikr’e (Kur’an’a) uyanı ve görmediği hâlde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarırsın. İşte onu bir bağışlanma ve güzel bir mükâfatla müjdele.” (Yasin, 11) buyurarak bu çağrıya ancak iman eden gönüllerin cevap vereceğini ve böylelerinin karşılığının da güzel bir mükafat olduğunu belirterek insanları böyle davranmaya davet etmektedir.
Rabbimizin bir de tehdidi vardır ki, gerçekten çok korkunçtur. “Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hala ayrılıktadırlar, esasen onları bunun için yaratmıştır. Rabbinin 'And olsun ki cehennemi hep insan ve cin ile dolduracağım' sözü yerine gelmiştir.” (Hud, 118-119) Çünkü cehennemi dolduracağını belirten rabbimizin cenneti dolduracağına dair bir sözü yoktur. İnsan bu akıbeti düşünüp buna göre davranışını şekillendirmek zorundadır.
İsanlar, yanlış yapabilirler velev ki bu Peygamberler olsun. Özellikle ilk insan, ilk Peygamber Hz. Adem as ın hatasından vazgeçtiği yani tevbe ettiği Kur’an’da zikredilmektedir. “Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.” (Bakara, 37) Yine bir başka Peygamber olan Yunus as ın da tevbesi Kur’an da yer bulmaktadır. “Zünnûn’u da hatırla. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye dua etti. Biz de duasını kabul ettik ve kendisini kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiya Sûresi, 87-88) Rabbimiz insana kendisini Kur’an’da şöyle tanıtarak “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (Bakara, 186) onlara yakınlığını ve ilgisini belirtmiş ve onlardan da aynı ilgiyi göstermelerini beklediğini deklare etmiştir.
Yazımızı Rabbimizin insana olan çağrısı ile noktalayalım. “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid, 16)