Merhamet, insana Rahman olanın bir lütfu olan meziyet. İnsan merhametli olduğu kadar değerli, merhametten uzaklaştıkça insan olmayı kaybeden bir varlık, Kur’an’ın ifadesiyle aşağıların en aşağısı. (Tin Suresi, 5) Çünkü imanla merhamet arasında o kadar güçlü bir bağ var ki, kendisini linç ederek öldüren hemşehrilerine bile “Keşke kavmim bilseydi” (Yasin 26-27) dedirtecek kadar. Keşke kavmim bilseydi sözü belki de çoğu peygamberin bir temennisi, kendilerine onca kötülük yapan kavimlerine karşı. Hz. Peygamber sav de bu gerçeğe “Allah Rasûlü’nü (sas) hatırlıyorum. Bir peygamberin hikâyesini anlatıyor. O peygamberi dövüyor, yaralıyorlar. O ise bir yandan yüzünden akan kanları siliyor, bir yandan dua ediyor: Allah’ım, Sen kavmimi bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar.” (Buhari Enbiya, 54) Rahmet elçisi sav bizzat kendisi de Uhud Savaşı’nın en şiddetli zamanıydı. Okçular yerlerini terk etmiş, Müslümanlar darmadağın olmuş, binlerce düşmanın ortasında bir avuç arkadaşıyla bir peygamber yalnız kalmıştı. O Peygamber’in dişleri kırılmış; damağı, yanağı, alnı yaralanmıştı. O Peygamber bir yandan yüzündeki kanları siliyor, bir yandan dua ediyordu: “Allah’ım, Sen kavmimi bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar.” (Kadı İyaz, Şifa, 1/79) Gönderiliş gayesi de bizzat “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 107) şeklinde tescil edilen bir rahmet Peygamberinin ümmetiyiz.
İnsan açısından merhamet, insanın yaratılışında olan bir meziyettir, insan olmanın bir sonucudur. Bu sebeple vicdanı kirlenmemiş kimseler dinleri farklı da olsa merhamet değerini muhafaza ederek insanlığın nefesi olabilirler. Nitekim Kureyşliler, Hamza ile Ömer’in İslâmiyet’i benimsemesiyle güç kazanan Resûl-i Ekrem’i etkisiz hale getirmeye karar verdiler; Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları bu iş gerçekleşinceye kadar mevcut akrabalığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilân ettiler; kendileriyle konuşmamaya ve alışveriş yapmamaya karar verdiler; boykotun şartlarını bir kâğıda yazıp Kâbe’nin duvarına astılar. Bunun üzerine Ebû Tâlib, yeğenini ve mensuplarını kendi mahallesinde topladı. Müşriklerin safında yer alan Ebû Leheb ve oğulları hariç bütün Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları orada yaşamak zorunda kaldılar (616-619). Hz. Hatice ile Ebû Tâlib’in servetleri bu sıkıntılı günlerde tükendi. Ticarî faaliyette bulunmak ve hac mevsimi dışında alışveriş yapmak mümkün değildi. Nihayet aralarında Ebû Tâlib’in kız kardeşinin oğlu Züheyr b. Ümeyye ve Hişâm b. Amr’ın da bulunduğu bazı kimseler Kureyş ileri gelenlerinden Mut‘im b. Adî ve Zem‘a b. Esved ile anlaşıp boykota son verdiler. Müslümanların bu haline merhamet eden insaflı bu kişiler sayesinde boykot sona erdirildi ve Müslümanlar rahat bir nefes alabildiler. (DİA; Muhammed maddesi) Yine bir nefes örneği olarak Hz. Peygamber sav tarafından Müslüman olmadığı halde Adalet ve Merhamet sahibi Necaşinin ülkesi Habeşistan’ın ilk Hicret yurdu olarak seçilmesi de dikkate şayan bir durumdur.
İnsan başta merhamet olmak üzere kendisine yakışan insani değerleri ilk eğitim öğretim yuvası olan ailede öğrenir. “Büyüklerimize saygı göstermeyen küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir.” (Tirmizi, Birr, 15) Efendimiz sav in bu değerler eğitimini esas alan aile, öncelikle bireylerine Merhamet değerini aşılayacaktır. Çocukları küçükken yaptıkları haşarılıklar özellikle de hayvanlara karşı olunca buna şahit olan aile büyükleri “Yavrum dilsiz olan bu hayvancağızlara karşı merhametli ol, bak Allah yakar seni” yaklaşımıyla merhametsizliği daha küçükken insanda engellemeye çalışmışlardı. Dolayısıyla, birey açısından çocukken ailede kazanılmayan tutum ve davranışların yaşamın sonraki yıllarında telafisi neredeyse imkânsızdır. Böylece aile, temel değerlerin kazandırılması bakımından, bireyin yaşamında başka kurumlar tarafından karşılanması mümkün olmayan işlevlerin yerine getirilmesine aracılık eder. Merhamet de, ailede bireye kazandırılması gereken değerlerin başında gelir. Değerlerin aktarılmasında ebeveynlerin söz, tutum, davranış ve alışkanlıkları çocuğun dünyasında önemli izler bırakır. Bu yüzden merhametli bireylerden oluşan ailelerin yetiştireceği çocuklar da merhametli olacak ve onlar da bir gün anne baba olduklarında çocuklarını benzer duygularla donatmayı başarabilecek, nihayet toplumsal huzur, mutluluk, refah ve kalkınmanın önü açılmış olacaktır.
Merhametin eksik olduğu ya da hiç olmadığı ortamlarda yetişen çocuklar ise, başta kendisi olmak üzere yakın ve uzak çevresindeki bireylerle ilişkilerinde mutluluk ve esenlik yerine huzursuzluğun, sevgi ve şefkat yerine kin ve nefretin habercisi, hatta hazırlayıcısı olacaktır. Zaten insanlığın başına bela olan kişilerdeki en önemli eksiklik de bu değil midir? Merhametsizliğin egemen olduğu ortamlarda yetişen bireyler tutum ve davranışlarında sevgi dili yerine kin ve nefret dilini kullanacak, nihayet çevresindeki bireylerle barışık olmak yerine çatışmayı tercih edecektir. Artık safiyetini kaybetmiş bu birey, “çatışmanın” fitili, toplumun “dinamiti” haline gelmiş demektir. Merhametsizlik potansiyelini açığa çıkaracak etkilere sahip bir toplumsal çevrede yetişmek durumunda kalan çocuklarda görülen davranış bozukluklarının başında saldırganlık gelir. Erken yaşlardan itibaren şiddete maruz kalan ya da kendisi maruz kalmasa da şiddet dilinin hâkim olduğu bir ortamda büyüyen çocuğun dünyasında zamanla saldırganlık içeren tutum ve davranışlar normalleşerek meşruiyet kazanmaya başlayacaktır. Hatta bu saldırganlık çoğu zaman bir prestij meselesi haline gelecek “karizmatik” bir hal alarak gençlere kötü bir rol model olma gayesi haline gelip heves edilecek bir konum haline dönüşebilmektedir. Günümüzde özellikle çocukların gündemini işgal eden bilgisayar oyunları yoluyla şiddet içerikli sahnelerin yaygınlık kazanması ve bu tür görüntülerin özellikle görsel medya içeriklerinde gittikçe daha fazla yer bulması, çocuklar açısından ciddi riskleri beraberinde getirmektedir. Dünyamızın ve ülkemizin her geçen gün içine sürüklenmeye çalışıldığı şiddet sarmalında, çocukların bu tür zararlı içeriklerden korunmasında anne babaların onları bilinçlendirmeye yönelik çabaları son derece önemlidir.
Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunduğu yıllarda ondan birçok hususu öğrenmesi, uzun hayatı boyunca Resûl-i Ekrem’den öğrendiklerini öğretmeye çalışması Enes b. Mâlik’in en önemli yönünü teşkil eder. Resûl-i Ekrem’in eğitim ve öğretim tarzına, insanlara, özellikle de çocuklara karşı hoşgörüsüne ve diğer ahlâkî davranışlarına dair birçok bilgi onun vasıtasıyla rivayet edilmiştir. Barış zamanında ve sefer esnasında Resûlullah’ın yanında kaldığını, her zaman onun istediği gibi davranamadığını, bununla birlikte ondan bir defa bile azar işitmediğini, bir hatası yüzünden kendisini uyaracak olan hanımlarını “Bırakın çocuğu! O Allah’ın dilediğinden başka birşey yapmamıştır” diye yatıştırdığını nakleder. Resûl-i Ekrem’in genellikle “yavrucuğum” diye hitap ettiği, bazan “iki kulaklı” (zü’l-üzüneyn) diye takıldığı Enes b. Malik ra işte bu rahmet ikliminde yetişmiş bir kimseydi. (DİA, Enes b. Malik maddesi)
Rahmet deryasında yetişen Efendimiz sav in iki gülü olan Hasan ve Hüseyin ra, bir defasında seferden dönen dedelerini büyük bir özlemle Medine’nin dışında karşılamış, Alemlere Rahmet sav de onları öylesine öpmüş öylesine öpmüştü ki, bunu gören bir adam “Ey Allah’ın Rasulü benim on çocuğum var bir tanesini bile böyle öpmedim” diyerek şaşkınlığını belirtince “Allah senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapayım” diyerek bir rahmet eğitimi gerçekleştirmiştir. (Müslim, Fedail, 64) Ömer bin Ebî Seleme ra anlatıyor:“Resûlullah’ın himâyesinde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim tabağın her yanına giderdi. Bunun üzerine Efendimiz bana şöyle buyurdu: “Yavrum, besmele çek, sağ elinle ve hep önünden ye!” (Buhârî, Et‘ime, 2) buyurarak merhamet eksenli bir eğitimin nasıl olması gerektiğini bizlere göstermiştir.