Bugünkü yazımızda İlahi Çağrı olan Ezan’ın hikayesiyle sizlere misafir olacağız. Büyük bir merak ve heyecanla okuyacağınız Ezanın hikayesiyle sizleri baş başa bırakırken, kıyamete kadar yurdumuzda ezan seslerinin yankılanması dileğiyle esen kalın efendim.
Mekke İslam güneşinin doğduğu yer olmasına rağmen burada ilk inananlar özgürce hareket edemiyordu. İmanlarını dahi gizlemek zorunda kalan Müminler için topluca ibadet etme imkansızdı. Her ne kadar Namaz ibadeti Mekke’de kendilerine geldiyse de toplu olarak bunu gerçekleştirmek ancak hicretle mümkün olacaktı. Ezan bir toplanma çağrısıydı ve henüz Mekke’de böyle bir durum söz konusu değildi. Bu yüzden orada namaz için bir yerde toplanmayı sağlayacak bir çağrı vasıtasına da ihtiyaç duyulmamıştı. Kabe Mekke ulularının tasallutu altında olduğundan burada namaz kılmak, kendini ifşa etmek demekti ki bu da ancak ölümle neticelendirilecek bir ceza olurdu. Başka bir mekan ise daha henüz şartlar oluşmamıştı. Zaman zaman Erkam'ın evinde beraberce namaz kılsalar da bunu gizlice yapıyorlardı. Müşriklerin şerrinden korktukları için, namazı çağrıyla duyurmak imkânsızdı. Zira Kureyş'in ileri gelenleri, Müslümanların evlerini mescit gibi kullanmalarına dahi müdahale ediyorlardı. Onlar, Mekke'de gariptiler ve onların namazları da sessiz ve gizliydi.
Mekke’de yaşanan acılar, baskılar hicretle artık geride kalmıştı. Hz. Peygamber sav in burada yani Medine’de yaptıkları ilk işlerden birisi, hemen bir mescit inşası olmuştu. İbadet etmek için toplanacakları, dünyevî ve uhrevî işlerini konuşacakları mütevazı bir yerdi burası. Altı toprak idi, ön tarafının üstü ise hurma dallarıyla gölgelenmişti. Ama Müslümanlar için anlamı ve işlevi o kadar büyük ve o kadar zengindi ki... Hep birlikte Allah Teâlâ'nın huzuruna durulacağı, kulların yakarışının hep birden O'na ulaşacağı, Hz. Peygamber'in ümmetiyle birlikte inşa ettiği Medine'nin ilk mâbediydi bu.
Ne var ki, hâlâ namaz vaktinin geldiğini bildirecek ve inananların bir araya gelmelerini sağlayacak bir çağrı vasıtaları yoktu. Allah için, Resûlü için, İslâm'ı daha iyi ve daha özgür yaşayabilmek için Medine'de toplanan sahâbe, namaz vaktinde hepsini aynı anda bir araya gelmeye çağıracak bir araca ihtiyaç duymaktaydı. Bu duruma bir çare bulmak için aralarında istişareye başladılar. Namaz vaktinin girdiğini duyurmak ve hep birlikte huzura durarak yakarmak için Rabbin evinde toplanılacağını haber vermek üzere sahâbeden bazıları, diğer din mensuplarının ibadete çağrı vasıtalarını kullanmayı teklif ettiler. Kimi, 'hıristiyanlar gibi çan çalabiliriz.' derken, kimisi de, 'yahudilerin yaptığı üzere boynuz şeklindeki bir boru ile çağrıda bulunalım.' diyordu. Hatta bazıları, Mecûsîlerle özdeşleşen ateş yakmayı ve bunu namaza davet işareti olarak kullanmayı bile gündeme getirdi. Doğrusu bunların hiçbirisi gönüllerine sinmiyordu. Bir başka dinin ibadete çağrı yöntemini kullanmak, başta Hâtemü'l-Enbiyâ (sav) olmak üzere, sahâbenin ileri gelenlerine makul gelmiyordu.
Yine böyle bir toplantıda içlerine sinen bir karara varılamayınca, Hz. Ömer'in Resûlullah'a, 'Namaza çağıracak birini gönderseniz ya?' demesi üzerine Allah Resûlü, 'Ey Bilâl, kalk da namaza çağır!' buyurdu. Bu dönemde bir müddet sokaklarda “es-salâh es-salâh”(namaza namaza) diye dolaşılarak ilâhî huzura davette bulunuldu. İlk başlarda ihtiyacı giderse de bu yöntem, halkın günlük ihtiyaçlar için dağınık olması hep birlikte ibadet etme çağrısını insanlara duyurmaya yetmiyordu. Ancak namaza bu şekilde çağırmak da insanlara güç gelmeye başladı. Güneş tutulması gibi olağanüstü durumlarda kılınacak namazlarda ise halkın hemen namaza toplanması için çağrıda bulunuluyordu, gittikçe çoğalan Müslüman kitlenin bu şekilde de bir araya toplanması imkânsız olmaya başlamıştı.
Sahâbe, zaten zihni namaza çağırmanın en güzel yolunun ne olabileceğiyle meşgul olan ve bunun üzüntüsünü yaşayan Hz. Peygamber'e bir daha gelerek, “Namaz vakti girince bir bayrak dik, onu görünce (insanlar) birbirlerine haber verirler.” teklifinde bulunmuşlardı. Fakat o bunu da, muhtemelen uygulamadaki zorluğu görerek, tasvip etmedi. Ancak şöyle olsun diye bir teklifte de bulunmuyordu. Belki, ashâbının bu konudaki gayretlerinin daha eğitici ve ilâhî iltifata daha çok mazhar olacağını düşünüyordu. Her hâlükârda ilâhî hikmet, kendi seyri içinde tezahür edecekti.
Nitekim sahâbenin “bayrak dikme” teklifiyle geldiği ama bunun da namaza çağrı için lâyık görülmediği toplantıdan, Hz. Peygamber'in (sav) düşünceli hâlini ve beklentisini yüreğinde hissederek ayrılan biri vardı. Evet, bu hâlde evine vardığında Abdullah b. Zeyd, üzüntülü ve düşünceliydi. Ailesinin yemek teklifine, “Resûlullah'ın namaza çağrı için üzüntülü hâlini gördükten sonra bir şey yiyemeyeceği” karşılığını verdi ve hemen yatağına yattı. Onun bu hâli Allah katında muteber bir hâl olmalıydı ki ıstırabını dindirecek ilâhî himmet ve hikmet ona bahşedilmeye başlandı. Habîb-i Kibriyâ'yı sevindirecek, Müslümanlara namaz vaktini bildirecek çağrının nasıl olması gerektiği, rüyada kendisine öğretiliyordu.
Medineli ilk Müslümanlardan olan Abdullah b. Zeyd, tarihe İkinci Akabe Biati adıyla geçen ve Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinin hazırlık toplantısı anlamına gelen görüşmeye katılanlardan biriydi. Dahası o, Müslümanların inançları uğruna giriştikleri ilk savaş olan Bedir başta olmak üzere Uhud, Hendek ve diğer seferlerin tümüne katılma şerefine nail olmuştu. Şimdi ise, adını tarihe “sâhibü'l-ezân” (ezanın sahibi) olarak yazdıracak ilâhî bir iltifata mazhar olmuştu. Uyandığında sevinçten yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Sabahı beklemeden alacakaranlıkta namazdan önce, heyecanla Hz. Resûl'ün yanına koştu ve “Ey Allah'ın Resûlü! Ben rüyada elinde çan olan bir adama, 'Ey Allah'ın kulu! Bu çanı bana satmaz mısın?' dedim. 'Onu ne yapacaksın?' dedi. 'Onunla insanları namaza çağıracağız.' dedim. 'Sana bundan daha iyisini göstereyim mi?' dedi. Ben de ona, 'Tabi' dedim ve bana ezanı öğretti.” dedikten sonra, benliğine kazınan huzura çağrının lafızları ağzından dökülüverdi:
“Allâhü ekber, Allâhü ekber, Allâhü ekber, Allâhü ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh, Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh, Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh
Hayye ale's-salâh, Hayye ale's-salâh
Hayye ale'l-felâh, Hayye ale'l-felâh
Allâhü ekber, Allâhü ekber
Lâ ilâhe illâllâh.”
Sonra Abdullah, rüyasında gördüğü yeşil elbiseli kişinin, namaza başlarken aynen ezanın sözlerini tekrar etmesini ve “Hayye ale'l-felâh” tan sonra iki defa “Kad kâmeti's-salâtü” (Namaz başlamıştır) ifadesini ilâve etmesini söylediğini de anlattı.1
Bazı rivayetlerde ezan ifadelerinin ikişer, kâmetin ise birer kere söyleneceği veya şehâdet kelimelerinin önce alçak sesle, sonra yüksek sesle tekrar edileceği (tercî) de nakledilmiştir. Ancak yukarıda zikredilen şekliyle ezan daha çok rivayette nakledilmiş ve uygulamada yaygınlık kazanarak günümüze kadar böyle gelmiştir.
Abdullah'ın gece rüyasını anlatırken duyduğu heyecan yanında Resûl-i Ekrem'in sakinliği ve dinginliği hayret vericiydi. O sanki Abdullah'ı bekliyordu; bu mübarek sözleri onun getireceğini biliyor gibiydi; “Bu kesinlikle hak bir rüyadır. Hemen Bilâl ile beraber kalk, çünkü onun sesi seninkinden daha gür ve güzeldir, sana söylenenleri ona öğret de bu şekilde (namaza) çağırsın.” dedi.
Hz. Peygamber (sav) Abdullah'ın rüyasını tasdik etmiş, ezanını onaylamıştı. Ne büyük bir şerefti ki bu, kıyamete kadar bâkî kalacak ezanla birlikte onun da adı anılacaktı. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel, sahâbeden gelen hadisleri derlediği kıymetli eseri Müsned 'inde Abdullah b. Zeyd hadisleri öncesinde koymuş olduğu başlıkta onu “sâhibü'l-ezân” yani “ezanın sahibi” şeklinde, bazı rivayet zincirlerinde de “râi'l-ezân” yani “ezanı rüyasında gören” şeklinde nitelemiştir. Artık tarih Abdullah'ı bu lakaplarla yâd edecektir.
Ezanı öğrenen Bilâl, ilk olarak sabah ezanını okudu. Böylece, hicretten on yedi ay kadar sonra kıblenin Mekke'ye döndürülmesinin ardından Müslümanlar, uzun süredir aradıkları çağrıyı bulmuş oldular. Bilâl'in gür ve tatlı sesiyle o sabah ilk defa okunan ezan sadece Medine'nin değil, artık sonsuza kadar hiç eksik olmayacağı âlemin derinliklerine, çağların ötesine ulaşıyordu.