İnsan yaratılışı itibarıyla en güzel, en müstesna, en şerefli yaratık. Bu hem fizyoloji, hem psikoloji yönüyle olduğu gibi, eğer bir dağa indirilmiş olsaydı o dağın indirilenin sorumluluğunun ağırlığı sebebiyle paramparça olacağı vahye muhatab olduğu içindi. O Allahu Teala’nın fiillerinde özgür bıraktığı, seçenek hakkı tanıdığı ve bilerek isteyerek kendisine kulluk yapmasını istediği müstesna bir varlık yani İnsan. Her şeyiyle mükemmel olduğu kadar ilahi tabirle aynı zamanda çok zalim ve cahil olan bir varlık aynı zamanda. Eşrefi mahlukat ile esfel-i safilin namzeti, ilahi vahyin muhatabı, Allah’ın sevgili yaratığı insan, aynı zamanda çok güçlü aynı zamanda çok zayıf; bazen irade sahibi bazen de nefsani ve şeytani duyguların esiri. İnsan çok cesur olduğu kadar çok korkak olan bir varlık da. Korkusu sebebiyle doğuştan “sığınma” ihtiyacı içinde olan. Fakat öyle birine sığınmalı ki “sığınma” ihtiyacı olmayan olmalı. Hani duahanların dilinde olan “Allah’ım muhtacı muhtaca muhtaç etme” İşte böyle bir sığınma ihtiyacı bu. Bu yazımızda Alemlerin Rabbine Sığınmak konusunu ele alacağız.
İnsanlığın ilk atası, ailesinin hayatı Kur’an’da insanlığa açıkça bildirilmiş. Onların hayatlarından bazı kesitler sunularak onlar hakkında malumat sahibi olmamız sağlanmıştı. Bu malumat bize insanlığın bu ilk nüvesinde bile bir “sığınma” ihtiyacının olduğu açık seçik görülmektedir. Hani, “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, orada dilediğinizden bolca yiyin, ancak şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” emrine muhatap olan insanlığın ebeveyni, Yüce Yaratıcı’nın “Şeytan sana ve eşine düşmandır. Sakın ola sizi cennetten çıkarmasın, yoksa sıkıntı çekersin!” uyarısını bir anda unutmuşlardı. Bu gafleti fırsat bilen şeytan ise bazı asılsız vaatlerle onları ayartmıştı. İlâhî sesi unutup kendilerine apaçık düşman olan şeytanın oyununa gelen Hz. Âdem ile Havva, Allah’ın “Birbirinize düşman olarak oradan aşağı inin. Yeryüzü belirli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır.” emriyle cennetten, “yüce” bir makamdan, daha aşağı bir makama, “dünya”ya düşmüşlerdi. Bir anda kendileriyle baş başa kalıveren Hz. Âdem ile Havva, yalnızlık ve çaresizlik içerisinde hatalarının farkına vardıklarında, “Rabbimiz, biz nefsimize yazık ettik. Şayet sen bizi bağışlamazsan hüsrana uğrayanlardan oluruz.” niyazıyla Rahmân’ın affına ve merhametine, O’nun sonsuz himayesine sığınmışlardı. Bu “sığınma” insanlığın ilk çaresizliğinin de resmiydi. Ve o “sığınma” ile rahat bir nefes almış, “sığınılandan” rahmet ve merhamet talep edilmiş böylelikle düşülen durumun ağırlığından kurtulabilmişti insan. Rivayete göre Hz. Adem ve eşi Hz. Havva annemiz 400 yıl bu günahlarına gözyaşı dökmüş ve Rabbimize bu büyk ayıp/günahtan “sığınarak” yardım istemişlerdi.
Hz. Âdem ve Havva’dan sonra Allah’ın insanlar için seçtiği tüm önderler, elçiler çeşitli vesilelerle Rablerine sığınmayı bir hayat tarzı olarak benimsemişlerdi. Hz. Nuh, hakkında bilgisi olmayan şeyleri Rabbinden istemekten yine Rabbine sığınmıştı. Hz. Yusuf hem kendisine gayri meşru bir birliktelik için ısrar eden hanımın çağrısı, hem de kardeşlerinden gelen haksız bir uygulama teklifi karşısında “Maazallah! Allah’a sığınırım.” demişti. Hz. Musa, kavmine karşı alaycı bir tavır takınarak cahillik etmekten, kendisini öldürmek isteyen Firavun gibi âhirete inanmayan kibirlilerden ve onların düşmanlıklarından Rabbi olan Allah’a sığınmıştı.
Son vahiyde insanlığa “örnek aile” olarak tanıtılan ve son vahyin surelerinden biri olan “A-li İmran yani İmran’ın ailesi” suresi de bir “sığınma” örneği olarak altı çizilecek bir durumu ihtiva eder. Bu surede Hz. Meryem’in babas, Hz. İsa as ın dedesi olan İmrân’ın hanımı yani Hz. Meryem’in annesi Hz: İsa as ın anneannesi olan kadın hamile olduğunu anlamış ve hamile iken karnındaki çocuğu Rabbine adamıştı. Peygamberler tarihinden öğrendiğimize göre Zekeriya Peygamber bu kadının kardeşi oluyordu. Ve bunların çocukları olmuyordu. Bu kadın istiyordu ki işte bu karnındaki çocuk Peygamber olsun ve İslam davası devam etsin işte bu yüzden karnındakini Rabbine adamıştı. Doğan çocuğun kız olduğunu gördüğünde ise ona Meryem adını vermiş ve kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu Allah’ın himayesine tevdi etmişti. Rabbi de bunu kabul etmiş, Meryem’i en güzel şekilde yetiştirmişti.Hz. Meryem, bu ilâhî himaye içerisinde öylesine iffetli yetişti ki insan suretinde gelen Cebrail’i kendisine zarar verecek biri sandığı için “Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım.” demişti.
Allah cc, “Muavvizetân” olarak bilinen iki özel sûrede, Resûlü’nün (şahsında tüm inananların) şeytandan, şeytanî telkinlerden ve davranışlardan kendisine sığınmalarını istiyordu:
“De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!”
“De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melik’ine (sahibine, hâkimine) insanların İlâh’ına sığınırım!”
Allah Resûlü, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak Allah’a sığınmayı prensip edinmiş, yatmadan önce kendisi mutlaka okuduğu gibi, yakınlarına da Allah’a sığınmada okunacak en güzel dua olarak bu iki sûreyi tavsiye etmişti. Çünkü Hz. Peygamber’in (sav) deyişiyle “insanın içinde, tıpkı bedenindeki kan gibi dolaşan” şeytan, insanı özünden uzaklaştıran, onu kirli işlere, taşkınlığa, günaha sürükleyen bir aktördür. Her insanla birlikte var olan ve hiç kimsenin içinden atamayacağı bu kötülükten kurtulmanın yolu, onu da yaratan Rabbe sığınmaktır. Nitekim Allah Resûlü (sav), torunları için yaptığı duada onları şeytanın kötülüklerinden koruması için Allah’ın iradesine sığınıyordu. Çünkü şeytanın, Rablerine sığınan müminler üzerinde hiçbir nüfuzu, hiçbir etkinliği yoktur.
Sevgili Peygamberimiz, çeşitli vesilelerle ashâbına da öfkeli anlarında, hiddet telkin eden şeytandan Allah’a sığınmalarını öğütlemiştir. Mamafih bir defasında Hz. Peygamber’in yanında birbirine hakaret eden iki kişiden biri o kadar öfkelenmişti ki boyun damarları şişmiş, rengi değişmişti. Bunu gören Nebî (sav), “Ben bir söz biliyorum, eğer şu zât o sözü söylese, öfkesi mutlaka gider.” buyurdu. Orada bulunanlardan biri hemen adamın yanına giderek, Hz. Peygamber’in kastettiği “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.” (Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.) sözünü söylemesini tavsiye etti. Ne var ki adam (bu öğüdün büyüklüğünü anlamayarak) “Hasta gibi bir hâlim mi var? Ben deli miyim? Haydi, git işine!” karşılığını verdi.
Şeytanın, Allah’ın şükreden kullarını saptırmak için O’nun dosdoğru yolunun üzerinde pusu kuracağını söylemesinden de anlaşılacağı üzere, müminin şeytanî vesveselere en çok maruz kaldığı durumlar arasında, Allah’a kullukla meşgul olduğu anlar sayılabilir. Bu durumda kalbin her türlü kötü niyet ve düşünceden arındırılıp Cenâb-ı Hakk’a açılması için en başta şeytandan Allah’a sığınmak gerekir. Nitekim Rabbimiz, müminlerden yüce kelâmı Kur’an’ı okuduklarında şeytandan Allah’a sığınmalarını istemektedir. Böylece mümin, Kur’an’la ilgili yanlış vehimlerden, anlayışlardan Allah’a sığınmış olacak ve Kur’an’ın rehberliğiyle, nuruyla aydınlanmasının önündeki en büyük engeli, şeytanî vehimleri kaldırmış olacaktır.